<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d17687906\x26blogName\x3dSefalet+G%C3%BCnl%C3%BC%C4%9F%C3%BC\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLUE\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://sefalet.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://sefalet.blogspot.com/\x26vt\x3d-656156130501613377', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Çarşamba, Haziran 03, 2020

Aras Bulut İynemli'den Küçük İskender Şiiri!

Salı, Mayıs 19, 2020

Faruk Nafiz Çamlıbel 122 Yaşında! Nejat İşler'in Sesiyle!

Salı, Ekim 14, 2008

Kant, Einstein, Fizik ve Felsefe

Albert Einstein, 20.yy’ın yeni fiziğinin kurucularından biridir. Ortaya koyduğu Genel ve Özel Görecelik Kuramları, Klasik Fiziğin pek çok kavramı üzerinde devrimsel etkilerde bulundu. Dönemin pek çok bilim insanında olduğu gibi, Einstein da felsefi çalışmalara ilgi duymaktaydı ve düşüncelerinin arka planında felsefi birikimler bulunan bir kişiliğe sahipti. Bazı bilim tarihçileri tarafından bir fizikçiden çok filozof olarak görülmesi bu yüzdendir. Parçacık/dalga ikilemine getirdiği yeni yaklaşımla da Kuvantum Fiziğinin fitilini ateşleyen kişi olmuştur. Einstein’ın erken yaşlarında (henüz fizik eğitimi almamışken) Kant’ın eserlerine büyük bir ilgi gösterdiği bilinmektedir. Kant’ın 20.yy’ın başında fizikte ortaya çıkan gelişmelere etkisi çok tartışılan bir konudur. Özellikle Görecelik kuramları üzerinde Kant’ın uzay ve zaman kavramlarının etkileri ile ilgili pek çok yorumların olduğu gözlenmektedir. Fakat olası böyle bir etkinin sağlıklı bir şekilde irdelenmesini etkileyen birkaç neden bulunmaktadır. İlki, Edger Wind’in de belirttiği gibi; Kant bir felsefeci, Einstein ise fizikçidir. Bu iki farklı donanım ve uğraşı alanından gelen farklı iki kişiliğin düşünce dizgelerinin karşılaştırılması baştan pek çok engeli beraberinde getirmektedir. Kant, Newton fiziğinin neredeyse mutlak kabul edildiği bir dönemde, bu bilgi birikimi üzerine düşüncelerini inşa ederken; Einstein, Klasik Fiziğin işlevini giderek kaybettiği ve yeni şeylerin söylenmesi ihtiyacının mevcut olduğu bir döneme aittir. Bir diğer zorluk ise, Kant’ın takipçilerinin varlığından kaynaklanır. Yeni Kantçı olarak adlandırılan bu grup, fizikteki yeni gelişmelerin Kant’ı onaylaması adına Kant’ın görüşlerinde aşırı yoruma kaçabilmişlerdir. Bu grup içinde görecelik kuramlarına Kant adına karşı gelenlerin olması yanında, Kant’ın görüşleri ile Einstein’ın ortaya koydukları arasında bağ kurmaya çalışan felsefeci/bilim insanları (en önemlilerinden biri Ernst Cassirer) da mevcuttur. Durum böyle olunca Kant’ın düşünce sistematiği oldukça farklı yorumlara maruz kalabilmekte ve tespit etmek istediğimiz olası Kant/Einstein ilişkisini saptamak oldukça zor olmaktadır.

Bir diğer taraftan, Einstein’ın, eğitimi sırasında August Stadler gibi Yeni Kantçı filozofların Kant üzerine verdikleri derslere katıldığını biliyoruz. Einstein ayrıca pek çok bilim insanı ve filozofu takip etmiş ve onlardan etkilenmiştir. Bunlar arasında; Ernst Mach, Henri Poincare, John Stuart Mill, Richard Avenarius, Karl Pearson, Richard Dedekınd ve David Hume sayılabilir. Ayrıca Schopenhauer’in eserlerine ilgi duyduğunu biliyoruz. Kant ile olan daha 13 yaşlarında başlayan ilişkisi, tüm bu isimlerin yanında farklı bir öneme sahip miydi? Bu noktada bize ipucu verebilecek bazı noktalar var. Öncelikle Kant’ın ortaya koyduğu bilgi kuramı oldukça sağlam olduğu ve kendinden sonrakileri önemli ölçüde etkilediği için, 20.yy’ın getirdiği devrimlerin, Kantçı görüşler ile bir karşılaştırmaya tutulmaması çok zordu. Einstein’ın meslektaşları ve çeşitli filozoflar ile bu tarz tartışmalara girdiği ve bu konulara ayrı bir önem verdiği açıktır. Dolayısı ile Kant’ın ister istemez bir etkisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun yanında, Kant/Einstein arasındaki ortak olan konu, uzay ve zaman kavramlarının iki düşünür tarafından sistemlerine temel alınmasından kaynaklanır. Genelde kurulmak istenen veya yadsınmaya çalışılan ilişki, bu kavramlar özelinde gerçekleşir. Ünlü matematikçi David Hilbert, Einstein’ın uzay ve zaman üzerine ortaya attığı olağanüstü fikirleri, onun bu kavramlara ait kendinden önceki felsefi ve matematik bilgiden yoksun olmasına bağlamaktadır. Ona göre, Einstein böylece kimsenin bakamadığı bir açıdan konuya yaklaşmıştır. Oysa yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü Einstein’ın sıkı bir felsefe düşünürü olduğu ve pek çok önemli eseri okuduğu bilinmektedir. Einstein’dan önce, uzay (genel itibari ile uzay boşluğu) “esir” kavramı ile açıklanmaya çalışılıyordu. Elektromanyetik dalgaların geçişini sağlayan bir ortamın olması gerektiği yönündeki zorunlu çıkarım ve 19.yy fiziğinin dayandığı mekanik ilkeler, “esir” gibi aslında oldukça üstünkörü bir kavramın varlığının kabulünü beraberinde getirdi. Uzay ve zaman üzerine görüşler de, yine mekanik fiziğin (diğer bir söylem ile Newton Fiziği veya Klasik Fizik) ilkeleri çerçevesinde, tüm evrende geçerli mutlak uzay/zaman kavramlarını öngörüyordu.

Felsefi düzeyde mekanik fiziğin önemli bir temsilcisi, onu oldukça sistematik bir şekle sokmuş olan Kant’tır. Bu bakımdan Görecelik kuramları bir anlamda Kantçı görüşlere karşı bir anlayış ortaya getirmektedir. Fakat Kant’ın görüşleri, Newton’ın mekanik yasalarının ötesine giden kavramsal bir yelpazeye sahipti. Bunun nedeni, Kant’ın görüşlerinin felsefi bir sistem içinde şekillendirilmiş olmasından kaynaklanmış olabilir. Ne de olsa felsefe, fiziğe oranla daha fazla hayal gücüne (spekülasyon) açık bir yapı gibi durmaktadır. Kant’ın sisteminin çok önemli kavramları olan uzay ve zaman, ona göre aslında kavram değil birer “görü”dür. Kant’ın kategorilerinin olabilirliğini sağlayan uzay ve zaman, kavramlarla (düşünme ile) elde edilemezler, ancak görülebilirler (anschauen). Doğuştan sahip olduğumuz düşünce kalıplarıdırlar ve bunlar olmadan aklın dış dünya verilerini düzenleyebilmesi olası değildir. Bu görüş, Kant’ın duyu verilerinde bulunan “salt formlar” anlayışı ile bağlantılıdır. Böylece uzay ve zaman, özneden ayrılmayan ve özne olmadan bir anlam ifade etmeyen kavramlar haline gelir. Bu yönü ile zamanın göreceliği konusunda öznenin yarattığı etkiyi ifade ediyor denebilir. Kant’ın felsefesinde özgün olan tarafın ( o güne kadar yapılmamış olan), duyu verilerine yüklediği a priori (deneyden elde edilmeyen bilgi) nitelik olduğunu göz önüne alırsak, daha sonra Einstein’ın görecelik kuramlarında ortaya koyduğu anlayışla bir ilişki kurmak mümkün olur. Einstein, temel olarak fizik dünyadaki gözlemcinin gerçekliğe etkileri üzerinde oldukça durmaktadır (Genel ve Özel Göreceliğin ikisinde de).

Einstein’ın uzay ve zaman kavramlarını “uzayzaman” ile değiştirmesi, düşünce ve bilim tarihimizin az rastlanan devrimlerinden birini oluşturur. O güne kadar ayrı ayrı ve mutlak olarak görülen bu kavramlar, Görecelik kuramları ile hem birleşmiş hem de yapısal ve gözlemsel açıdan görece (mutlak olmayan) bir nitelik kazanmışlardır. Uzaydan bağımsız bir zaman kavramını düşünmek artık olası değildir. Kütle çekimin etkisiyle uzay ve dolayısıyla zaman bükülebilmektedir. İşte bu noktada, Kantçı uzay ve zamana en büyük karşı çıkış (ve klasik Fiziğe) ortaya konmaktadır. Bununla beraber, Kant’ın özneyi “bilginin” ve algılanan gerçekliğin bir parçası olarak kabul etmesi; Schlick, Reichenbach ve Einstein tarafından da kabul edilmekteydi. Bu ortaklık önemli, çünkü dönemin Deneyci (empirist) görüşü savunan bazı felsefeci/bilim insanları, göreceliğin tamamıyla deney kökenli olduğu kanısındaydılar.

Einstein, takip ettiği ve etkilenmiş olduğu Ernst Mach’ın, kuramların (teori) yapısı konusunda yaptığı betimlemeyi eleştirirken, Kantçı bir yanını ortaya çıkarır görünmektedir. Mach’ın, kuramları (aynı zamanda bilimi) deney ve gözlem sonuçlarının bir düzen ve sıraya sokulması olarak tanımlaması yani bir tür “keşif” olarak tanımlamasına Einstein katılmamaktadır. Ona göre kuramların içinde aklın kendinden kattığı “icat” olarak nitelenebilecek bir taraf da vardır.

Kant ve Einstein arasında ilişki kuşkusuz vardır, çünkü ikisi de güçlü, bilimsel ve yaygınlık kazanmış sistemler kurmuşlardır. Bir ilişkinin var olması, mutlak bir benzerliğin olmasını gerektirmez. Kant’ın yüksek bir hayal gücü ile ortaya koyduğu sistem, kendinden sonraki felsefecilere ve Einstein gibi bilim insanlarına ilham kaynağı olmuştur. Bu yazıda ana hatlarıyla değinmeye çalıştığımız benzerlikler dışında ilişkiler kuran yazarlar da vardır ama fazlasıyla yoruma açık oldukları için bu yazıda değinme gereği görülmemiştir.

Einstein’ın da katkıda bulunduğu Kuvantum Fiziği’nin, Kant’ın görüşleri ile ne ölçüde benzeştiği ve iki düşünce adamı arasında bu yönden de bir bağlantı kurmak olası olsa da, bu iki değerli şahsiyetin; özellikle Einstein’ın temel yapıtları olan görecelik kuramları üzerinden ilişkilerini değerlendirmek, yazının selameti açısından daha iyi olacaktır.

Son olarak Karl Marks’ın Berlin’deki Humboldt Üniversitesi’nin ana binasının girişinde mermer taşa yazdırılmış sözünü alıntılayalım:

Filozoflar dünyayı çeşitli şekilde yorumlarlar, ama önemli olan dünyayı değiştirmektir.”

Daha sonra da Y.S Kim’in bu söze yaptığı yorumu alıntılayalım:

Eğer Marks, filozof olarak kendinden ve dünyayı değiştiren olarak da Viladimir Lenin’den bahsediyorsa, hatalıdır.

Ama eğer Kant ve Einstein’dan bahsediyorsa, haklıdır.


Kaynakça:

Reichenbach, Hans., Bilimsel Felsefenin Doğuşu, (İstanbul, 1993).

Gökberk, Macit., Felsefe Tarihi, (İstanbul 2003)

Infeld, Leopold., Albert Einstein: Bilimsel Kişiliği ve Dünyamıza etkisi, (1999).

Kim, Y.S., Einstein, Kant and Taoism, (2006)

Howard, Don., Einstein and the Development of Twentieth-century Philosophy of Science, Cambirdge Companion to Einstein-Final V, (yayın aşamasında)

Howard, Don., Einstein as a Philosopher of Science, American Institute of Physics, (2005)

Dorato, Mauro., Kant, Gödel and Relativity, 11. International Congress of the Logic Methodology and Philosophy of Science, Synthese Library, (2002)

Jammer, Max., Einstein and Religion, Princeton Ünivercity Press, (1999)

Wind, Edgar., Alfred C.Elsbach’s Kant und Einstein, Journal of Philosophy, Vol, 24, No.3, (1927)

Aster, E., Bilgi Teorisi ve Mantık, Sosyal Yayınlar (1994)

Cuma, Ağustos 08, 2008

Al sansürünü de git!

Genelağ (internet) zamanımızda oldukça çok kullanılan ve de giderek artan bir ivme ile hayatlarımıza giren bir araç. Kullanıcısı çok olmasına rağmen, bu garip alet üzerine düşünen insan pek o kadar yok. Bu alışkanlığımız pek çok konu için geçerli. Bir şeyi kullanmak her zaman için onun üzerine düşünmekten daha kolay ve yapılası geliyor herhalde bize. Belki Homo Sapiens ile Homo Sapiens Sapiens arasındaki farkın getirdiği bir durum var ortada. Kitaplara geçmiş ama henüz hayata geçmemiş bir evrim mi söz konusu acaba?

Genelağ (resmi kaynakların arzuladığı şekliyle "genel ağ" veya ben dünya vatandaşıyım diyenlerin deyimi ile "internet") olgusu ile matbaanın özellikle Avrupa'da ortaya çıkışı ve gelişmesinde geçirdiği süreç arasında çok benzerlik bulunmakta. Eserler daha çok miktarda basıldı ve ucuzladı. Gutenberg'den sonra yıllarca, kitap işi ile uğraşanlar bile, elle çoğaltılmış kitapları daha önemli gördüler. Hatta bu hoşnutsuzluk dine bile yansıdı; matbaadan çıkan incil ile elde yazılmış olanı dinen eşit görülmedi. Toplumun aydın kesimi, matbaayı önemli görmelerine rağmen; iyi kitapların değil de kötü kitapların daha çok basılacağı korkusuyla, büyük endişeler taşıdılar. Matbaa yayınları için özel lisans şartı kararını veren (uygulanmasa bile) mahkemeler ve daha neler neler.

Sözün özü, halen, matbaa ile yeni tanışan Avrupa toplumlarının yaşadıklarına benzer bir hissiyat içindeyiz. Ne kafamızda tam bir yere oturtabiliyoruz ne hukukumuzda. Çünkü aynı yıkıcı bir doğa olayının evimizi, canımızı, alışkanlıklarımızı ezip geçmesi gibi o da pek çok yerleşik değerin üzerinden geçiyor, kimisini yok ediyor kimisini dönüştürüyor. Bu tarz devrimsel olgulara tarihte ancak yüksek bilinçli toplumlar karşı koyabilmiştir. Böyle yenilikler ve sıkı değişimler, ancak, bunlara nasıl uyum sağlayabileceğini görebilen toplumlara cellat olmazlar.

Konu derin ama bu yazının niyeti başka. O yüzden genelağın, tapulu arazi mantığıyla yaklaşılmaması gereken bir alan olduğunu söylemek ile yetinelim. İnsanoğlu, sahipsiz arazide de oyun oynamasını başarabilen bir canlı düzeyine artık gelmeli.

Birinin diğerinin yerine konuşmasına, hareket etmesine karşıyız. Sahiplenmeye ve sahip rolüne karşıyız. Anlamadan hatta düşünmeden hareket etmeye karşıyız. Kuşa deve denmesine de karşıyız ve bir de sansüre karşıyız. O yüzden:

Aşağıdaki adresten indireceğiniz dosyadaki yazılımı kullanarak, engellenen sitelere erişmeniz mümkün. Küçük boyutlu yazılımı çalışır bıraktığınız sürece, istediğiniz engelli siteye girebilirsiniz. Emeği geçenleri, kendilerinin dışındaki insanları da düşündükleri için kutlarız. Başkalarını düşünmemiz, umarız hep böyle özgürleştirici nitelikte olur.

Buradan buyrun.

Not:Tarayıcılarınızı, yazılımı kurduktan sonra eğer çalışır durumdalar ise kapatıp açın. Yazılımın kodları kapalı, her ne kadar güvenilir bir kaynak olsa da, kullanımın sorumluluğu deneyenlere aittir. Temel olarak host dosyasını sansürlü adreslerden temizlemek işini görmekte. Bu yüzden yazılım her açıldığında belli bir adresten host dosyası ile ilgili yeni güncelleme var mı denetlemektedir. Yazılım imzasız olduğu için virüs koruma yazılımları tarafından sakıncalı uyarısı verebilir. Arz edilir.

Salı, Mart 20, 2007

.ODT Uzantılı Dosyaların Açılması

Bilmeyenler için önce hatırlatalım; Open Office (Türkiye sitesi), çok bilinen Microsoft Office yazılım paketi ile aynı işlevlere sahip, ücretsiz, Açık Kaynak Lisansa sahip bir yazılımdır. Gelelim konumuza, Microsoft'a güçlü bir seçenek olarak karşımıza çıkan Open Office, her türlü "Word", "Powerpoint" vs. belgesini açmakla kalmıyor aynı zamanda kendine özgü "odt" (open document text) uzantılı dosya formatına da sahip. Malum her bilgisayarda Open Office yok ve ciddi oranda Microsoft ürünleri yaygın olarak halen kullanılmakta. Bu yazıda kısaca bir "odt" dosyası açmak için neler yapabiliriz onları sıralayacağız. Open Office yazılımı olmayan makinelerde bir "odt" dosyası açmak isteyenler için yararlı olacaktır. Çünkü Microsoft Office yazılımı, Open Office'in formatı olan "odt" uzantılı dosyaları desteklemiyor.

Tabi meraklı ve özgürlüklerine düşkün yazılımcılar, bir sourceforge projesi ile buna da çare buldu. Fakat dosyayı açmak istediğiniz her makinaya bu eklentiyi yüklemeniz zahmetli olabilir. Zira yanında .Net Framework'ün son sürümü vs. gibi pek çok güncellemenin de olmasını istiyor. Yine de ilgilenenler için BSD lisanslı bu eklentinin adresini verelim.

Yukarıdaki yöntem dışındaki yollara değinelim. Önce durumun vahim olduğunu ve bir ağ bağlantısının bile olmadığını varsayalım. Bir "odt" dosyasını nasıl görüntüleriz. Farklı bir metin editörü etkili olmayacaktır. Ama bir sıkıştırma yazılımı işi görebilir (winrar gibi). Açmak istediğimiz dosyayı sağ tıklatıp "birlikte aç" / "winrar" diyoruz, ya da sağ tıkladıktan sonra "aç" / (birlikte aç seçeneği olmadığı zaman) sistem bize hangi programı kullanmak istediğimizi soracak, listeden Winrar'ı seçelim. Aslında sıkıştırılmış bir dosya olan "odt" artık açıldı ve karşımıza bir liste geldi. Liste içinde "content" başlıklı dosyayı tıklıyoruz. Açmak istediğimiz belge, kodları ile birlikte karşımıza gelecektir. Kodlar yüzünden rahat bir okuma imkanı olmasa da, hiç değilse dosya içindeki metin ulaşılabilir ve okunabilir duruma gelmiştir.

Bir diğer yöntem ise şöyle; artık bir genelağ bağlantınızın olduğunu varsayalım, http://docs.google.com/ adresine gmail hesap bilgilerinizle giriyorsunuz. Türkçe olanlar için sol yukarda "karşıdan yükle" (ingilizce olanı da siz bulun artık) seçeneği çıkacaktır. Onu tıklıyoruz ve bir yükleme sayfası açılıyor. Gözat'dan bize görüntülemek istediğimiz dosyanın bilgisayarımızdaki yerini göstermemiz isteniyor. Gösteriyoruz ve bu arada yüklemek istediğimiz dosya en fazla 500k boyutunda olabilir. Yükleme yapıldıktan sonra açmak istediğimiz "odt" dosyasının içeriği karşınıza çıkacaktır. Google'ın bu çevrimiçi metin işleme yazılımı ile sadece "odt" değil, (.txt), (.ods), (.xls), (.rtf), (.doc), (.sxw) uzantılı dosyaları da görüntülemeniz mümkün.

Bunun yanında çevrimiçi dosya dönüştürme hizmeti yapan siteler de var. Bazı denemelerimde doğru dürüst hatta hiç dönüştürmediği de oldu dosyaları, ama yine de bilinmesinde yarar var. Bunlardan biri için bakınız. Benzer sitelere arama motorlarından erişmek için "online file converting" gibi bir anahtar dizin kullanılabilir.


Perşembe, Mart 15, 2007

Hırant Dink, Türkçe ve Toplum


Dil kullanımının önemine dikkat çekip, dilsel her türlü yeteneğin geliştirilmeye zorunlu alanlar olduğunu söyleyip duruyoruz. Kabul etmek gerekir ki, ana dilimize ilişkin korumacı anlayış son yıllarda yükselmektedir. Özellikle genelağın kullanımının artması, kitap okumada çok da ileri olmayan toplumumuzu, yazı ve okuma eylemi ile yeniden tanıştırdı. Buna rağmen durum güllük gülistanlık değil. Halen, kitap okumadığını göğsünü gere gere söyleyen, derdini anlatabilmek için şekilden şekile giren özellikle üniversite seviyesinde pek çok insan var. Doğal olarak, başta yaptığım iyimser önerme bazıları tarafından kabul edilmeyebilir. Genelağın yaygınlaşması ile yozlaşmanın da arttığı ileri sürülebilir. Fakat Cumhuriyet tarihinde yazım dili ile ilgilenmiş insanların sayısının hep küçük bir zümreyi teşkil etmesi hesaba katılırsa, bugün "dil meselesi" olduğunu dile getiren, yazan ve düşünenlerin sayısının; geleceğe olumlu bakmamıza yetecek sayıda ve çoğalmada olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Son zamanlarda toplumsal etkileri büyük olan olaylar yaşadık. Bunlardan biri Hırant Dink'in öldürülmesiydi. Olay ve sonrasındaki gelişmeler pek çok konuda kayda değer ipuçları veriyor. Bunlardan birini paylaşmak istiyorum. Dilin keskin bir araç olduğu ve onu kullanırken yapılan dolaylı/dolaysız hataların ölümlere yol açabileceği çok yeni bir olay değil. Gazeteleri açarsanız her gün birbirini yanlış anlamaktan kaynaklanan pek çok adli olayın gerçekleştiğini görürsünüz. Bireysel olaylara alışığız ama yanlış anlamanın toplumsal boyutta geliştiği örnekler de az değil. Hırant Dink suikasti sonrası yaşananlar, bahsetmeye çalıştığım "toplumsal yanlış anlama" olgusuna uyan özellikler gösteriyor.

Olay sonrası yüzbin ve üzeri olduğu söylenen hatırı sayılır bir kitle yürüyüş yapmış ve çeşitli sloganlar atılmıştı. Ben de yürüyüşteydim. Evet kalabalığın arasında örgütlü insanlar da vardı. Evet "katil devlet" gibi ipe sapa gelmez sloganlar da atıldı. Devlet gibi "soyut" bir kavram nasıl katil olabiliyorsa, birilerinin zihninde olabiliyor demek ki. Bu tür yaklaşımlar aslında devletle başka hesabı olanların ağız alışkanlığından kaynaklanıyor tabi. Özellikle bu tür toplumsal etkileri büyük olan olaylarda, suçluyu "devlet" olarak nitelemek de bir tür paye verme yerine geçmiyor değil. Böylece katilin "katilliğini" de arka plana bir güzel itmiş oluyoruz. Neyse konumuz zaten yurdumun örgütsel jargonu değil. O yürüyüşte bir başka slogan daha atıldı ki, o da "Hepimiz Ermeniyiz" idi. Diğer söylemlere eşlik etmesem de, ben ve yürüyüşe katılan birçok insan bu sloganı beraber söylemekte bir sakınca görmedi. Halen süren tartışmalara bakınca, anlıyoruz ki biz büyük bir hata yapmışız, olacak iş değilmiş bu. Meğer öyle söylemekle Türklüğümüzden vazgeçip Ermeni olmaya karar vermişiz. Aslında "Hepimiz Hırant Dink'iz" diyebilirmişiz, ama "Hepimiz Ermeniyiz" olmazmış. Şimdi, kalabalık bir tepki yürüyüşünde atılan sloganı belli siyasi görüş ve ideolojik farklılıklardan ötürü hazmedemeyenleri bir kenara ayıralım. Medyanın çeşitli araçlarında kalabalığa oynayarak paye elde etmeye çalışan "sanatçı" ve "yorumcu" takımını da bir kenara ayıralım. Bunlar kerameti kendinden menkul olup, bu yazının ilgi alanına girmemekte. Saydığım bu guruplar dışında bir kesim daha var ki, maalesef, "Hepimiz Ermeniyiz" sözünün ne anlama geldiğini dili kullanma becerisi ile kavrayamıyor. Diğerlerine oranla daha samimi olan bu gurup, toplumsal düzeyde bir yanlış anlamanın baş aktörleri konumunda. Bir toplumda yaşayan bireyin, dilsel yeteneklerini geliştirmesinin önemi ve bu gerçekleşmediği zaman ne gibi sonuçların doğabileceğine dair, ufak ama yerinde bir örnek son yaşadıklarımız. Özellikle dil düzeyinde gerçekleşen birbirini anlamama, giderek toplumsal kutuplaşmaya ve ayrılığa kadar varabilecek olgulara dönüşebiliyor.

Peki nedir bu kadar anlaşılmaz olan? Alt tarafı iki kelimeden oluşan bir cümlecik var ortada. Felsefi veya edebi ağırlığı olan bir metinden bahsetmiyoruz. Bir zarftan ve bir isimden bozma iki kelimenin vermek istediği mesajı anlamayı güçleştiren nedir? Kanımca her türlü bilinçli saptırımı dışarıda bırakırsak, neden; insanımızın okuma, yazma ve konuşma alışkanlığının düşük seviyede olmasından kaynaklanıyor.

Peki bu alışkanlıklardan sınıfta kalan kitle kim? Aslında bir anlamda okuduğunuz yazının yazılma sebebini oluşturan soru bu. Çünkü bu sorunun cevabı, ülkemiz gerçeğinin önemli bir parçasını oluşturuyor. Bu soruya ülkenin eğitim koşullarından yeterli seviyede yararlanamamış nüfusun önemli bir bölümüdür diyerek cevap verilebilir. Bana kalırsa değil. Cumhuriyet tarihimizi, kırsaldan şehre aşırı göçün bir hikayesi olarak okumak yanlış olmasa gerek. Bu planlı yapılmadı ama oldu. Eğitim devrimi ile yola çıkan bir Cumhuriyet idealinin, duvara toslamasına yol açan da bu aslında. Ortaya henüz kırsal ve şehir kültürünün sentezi çıkmış değil. Ortaya çıkanı daha çok "kültürsüzlük" olarak tanımlamak daha akla yakın. Bu noktada ifade etmek istediğim, kırsalın şehre gelmesi ile şehirlerin kültürsüzleştiği değildir. Altının çizilmesi gereken konu, şehre göç ile gelenlerin ne kırsal ne de şehir kültürünün tanımı içine girmeyen ve dolayısıyla üretici bir sosyal yapıdan yoksun kalmış durumlarıdır.

Sevgili FM üyelerinden FZ'nin (Emre sevinç) günlüğünde yazdığı bir yazıya gönderme yapmanın tam sırası. Şehir efsanalerinden bahsettiği yazısında, bu efsaneler arasında "sokaktaki adamın" 500 kelime ile konuşmasını da sayıyor. Bu bildik önermeyle ilgili kapsamlı bir araştırma, istatistiksel bilgi var mıdır, bilmiyorum. Ama bu bilgi, her insana kayıt cihazı takarak, günlük kullandığı sözcüklerin ortalamasını almadan da elde edilebilir. Zaten kanımca bu söz de, bu tür bir yol izlenerek sarf edilmiş ve hiç de yabana atılmaması, hele efsane olarak hiç tanımlanmaması gereken bir önermedir. Çoğunlukla da yanlış anlaşılmış bir önermedir. Burada sözü edilen 500 kelime sözcük sayısı değil, kavram sayısıdır. Yani günlük kullanımda, ortalama bir insanın kavramsal boyutta ne kadar bir üretim/tüketim faaliyeti içinde olduğunu ifade eder. Yoksa ağızdan çıkan veya kağıda yazılan her kelimenin sayılması değildir anlatılmak istenen.

Bir diğer önemli konu da, kimlerin, hangi koşullar içinde; kısır bir kavramsal ifade tarzına mahkum olduğu/edildiğidir. Betimlemeye çalıştığımız, ne kırsal ne de şehir kültürüne ait olarak tanımlanabilecek arada kalmış nesiller, varoşlar ile karıştırılmasın. Çünkü tanım çok daha geniştir. Yüksek öğrenim görmüş belli bir ekonomik düzeyde olan bireyler de girmektedir bu guruba. Hatta ve hatta, bürokrasinin ve seçilmişlerin her seviyesinde de bu guruba girenleri görmek mümkündür. Çünkü arada kalmışlığın izlerini yok etmek, bir nesilde hemen olabilecek bir konu değil. Bu bakımdan, Cumhuriyet'in eğitimde -ki en önemli dinamiklerden biriydi kuruluşta- uğradığı tahribat büyük sonuçlar doğurmuştur.

Kırsal kesimin şehre gelmesi nedeni ile kırsal kültürün baskın hale geldiğini söylemek basit bir açıklama olur. Bahsettiğimiz şey şehir kültürü olmadığına göre, başka bir şeydir ama kırsalın kültürü hiç değildir. Kırsal kültürün yapısına bakınca, özellikle dil konusunda, bilinmeyen ve yadsınan çok şey var. O nedenle, kırsal kültür ile, şehirde yaşamakta olan büyük kitlelerin "kültürünü" (içine düştüğü "sosyo-kültürel gerçekliği" demek belki daha yerinde) ayrı tutuyorum. Köylü sınıfın önemli bir "dil alt yapısı" mevcuttur. Oysa kırsaldan şehre gelen kitleler, maalesef bu özelliklerini kısa sürede yitirmektedir. Bu bakımdan 500 kelime konuştuğu ifade edilen kitle şehirdedir, kırsalda değil. Tam tersine kırsalda yaşayan dil, zengin ve Türkçe'yi besleyen kaynaklardan biridir. Köy insanı, yalnız doğayla iç içe olmasından kaynaklanan farklı çevresel koşulların nedeni ile değil, aynı zamanda dilin sosyal yaşantıdaki zengin kullanımı sayesinde de, dilsel gelişmenin önemli dinamiklerindendir. Kırsal kültür ile temas kurmuş herkes bilir ki, günlük kullanımda zengin bir söz dağarcığı vardır. Şehirde ise, kapı komşusu ile konuşmaktan geri duran; apolitik, okumayan ve yazmayan bir kitledir söz konusu olan. Böylelikle "sokaktaki adam" derken "şehrin" sokaklarının kastedildiğinin altını bir kez daha çizelim.

Peki neden 500 kelime? Bunun yanıtı aslında basit. Bunu hesaplamak da keza öyle. Günlük çıkan gazetelerin kullandığı hem nicel hem nitel düzeydeki kavramsal derinlik, radyo ve televizyonlarda kullanılan dil, şehir insanının kağıt tüketimi, kitap satışları, satılan kitapların niteliği, popüler şarkıların dilsel yoğunluğu gibi pek çok ölçüt kültürel derinliği ölçmek için çıpa vazifesi görebilir. Böylece her sıradan kişi, toplumun içinde yüzmeye zorlandığı suyun derinliğini, kendi başına bile ölçebilir kanısındayım.

Buradan tekrar Hırant Dink olayına dönelim. Bir insan, bir fikir adamı, bir ermeni, bir T.C. Vatandaşı öldürüldü. İster fikirlerine katılın ister katılmayın, bir insanın canının alınmasından bahsediyoruz. Uygar dünya, en azından uygarlaşmaya çalışan dünya, devlet eliyle bile ölümün olmaması gerektiğine dair bir düşünce yapısına gelmişken; biz de son yıllarda hukuksal yapımızı buna göre düzenlemişken, herhangi nedenle bir insanı öldürmek hiçbir şekilde kabul edilemez bir eylem olarak tanımlanmalıdır. Temel haksızlık bir insanın elinden yaşam hakkının alınmasıdır. Ve eğer bu insanın yaşam hakkı, belirli konulardaki fikirleri, davranışları ve daha önemlisi "kimliği" gerekçesiyle gasp edilmişse; kimse kusura bakmasın, bu hakkı gasp edenlere karşı kitleler "Hepimiz Ermeniyiz" de der, başka şeyler de. Kim Dink'in öldürülmesinin nedenleri arasında onun "Ermeni" olmasının etkisi yoktur diyebilir. Bunu da söyleyenler çıkmadı değil, çıktı. Bunları "Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyenler" olarak kabul etmek gerek. "Türkçe kıtlığından" yararlanmaya çalışan asalaklar olarak görmek de mümkün bu insanları. Zaten temel eğitim sayesinde öcü sözcüklerden biri haline getirilen "Ermeni" lafı üzerinden söz oyunu yapıp, "Bir Türk hiç bir zaman ve hiç bir nedenle Ermeniyim diyemez" ilkesini, kabaran milli değerler eşliğinde hedef kitle olan "Türkçe yoksunu" kalabalığın zihnine kazıma işini görmektedirler. İşin doğası budur, çünkü kitleleri yönlendirme peşinde olanların başlıca aracı, dili anlayıp kullanabilen insan sayısını azaltıp; çoğunluğu küçük kelime oyunları ile oynatmaktır. Sadece bir bireye değil aynı zamanda bu bireyin dahil olduğu belli bir guruba da yapılmış olan böyle bir saldırıyı kınamak için, bu gurupla birlikte yaşamakta olan daha büyük bir kitlenin, söyleyebileceği daha güzel bir söz var mı; "Hepimiz Ermeniyiz" den başka. Aynı toplumda daha büyük çoğunluğu oluşturan kitlenin, daha küçük bir gurubu sahiplenmesi, kendinden bilmesi ve bunu dile getirmesi ancak vatan hainlerini (kendilerinin anlayacağı dilden konuşmak gerekirse) rahatsız eder herhalde.

Dink'in hedef haline getirilmesinde, onun yazım dilinin kullanılmış olması da anlamlıdır. Yazısının ona karşı kullanılmasında belki "Hepimiz Ermeniyiz" den daha tok bir anlayış kıtlığı bulunmakta. "katil dil" diyesi gelse de insanın, dil denilen şeyin insanın bir ifrazatı olduğunu unutmamak gerekiyor. Kırım Karay Türklerinin bir atasözü var:

Tilsiznın tilin anası anlay (Dilsizin dilinden anası anlar)

Dilimizden yalnız anamız anlamasın, duyan herkes anlasın. Sadece anasının anladığı bir toplum olmayalım. Bunun için de okuyalım, yazalım, dili kullanalım.



Cuma, Şubat 02, 2007

Yazım Dili Üzerine...

Yazım dilinin neden önemli olduğunu anlatma gereği var mıdır bilmiyorum. Dil kullanımına karşı yapılan eleştirilere verilen en bildik karşılık “yazılan anlaşılıyor ise sorun yok” olarak özetlenebilecek çok da mantıklı olmayan bir önermedir. Çok sık dile getirilen bu karşılığa atfen çok şey söylenebilir, ama mantıksızdır demek de çok tutarlı olmaz, çünkü yazım kurallarına bazı özel koşullar içinde gerekli önemi vermemiz zor olabilir. Örneğin, acil bir durumda bir yardım mesajı ulaştırmaya çalışırken imla hatası yapmamaya çalışmak biraz tuhaf olurdu. En başta söylenmesi gereken şey belki bu önermenin uzak görüşlülükten yoksun ve fazlaca ben merkezli bir yapısı olduğudur. Uzak görüşlü değildir; çünkü mantıksal sistemleri bozmanın en basit ve bilinen yolu, sistemin mantıksal yapısını sağlayan kurallar dizisini bozmaktır. Sistemin bozulması için ani ve şiddetli değişikliklere gerek yoktur, azar azar ve küçük ayrıntılarla oynayarak da belli bir süre içinde sistemin çökmesi sağlanabilir. Sistem içinde mevcut mantıksal kuralların oynanması ile sistemin çökmeyeceğini söylemek, hafif bir tabir ile, bahsedilen sistemin doğası ile ilgili bir şey bilinmediğini gösterir ya da bahsi edilen sisteme karşı aşırı bir duyarsızlık mevzu bahistir. Fazlaca ben merkezlidir, çünkü kendi dışında bir takım değerlerin korunmasına yönelik herhangi bir duygudan uzak birey, çağın hastalığı olan “sadece ve sadece işlevsellik” hayat görüşü ile kültüre yaklaşmayı seçebilmektedir. Özellikle dil konusunda “anlaşabiliyorsak her şey mübah” anlayışı bahsettiğim işlevsellik hastalığına işaret olup, aslında çok da iyi bir işlev çözümlemesi de değildir. Sisteme yaptığınız müdahalenin size zararı olmaması, yaptığınızın “işlevsel” olduğunu göstermez. Eğer aygıta yaptığınız eylem sizden sonrakilerin aygıtı kullanabilmesinde bir birim bile az işlevsellik yaratıyorsa ortada bir “gerileme” var demektir. Aslında bugün, dünyayı yarın hiç olmayacakmış gibi tükettiğimiz bir devirde yaşadığımızı düşünürsek; doğaya karşı gösterdiğimiz günübirlik yaklaşımları kültürün taşıyıcısı dile karşı da yapıyor olmamız çok şaşırtıcı olmasa gerek.

Yazım dili, dilin kurallarının en belirgin ve üzerinde en uzlaşılmış olan alanıdır. Öyle olması gerekir çünkü yazıyla derdinizi anlatırken mimikleriniz, tonlamalarınız ve beden dilinizden yoksunsunuzdur. İşiniz bir takım işaretleri yan yana getirip onları biçim ve anlam olarak doğru kullanmanıza kalmıştır. Öyle herkesin harcı da değildir yazım dilini kullanabilmek. Ana dilinizle kifayetsiz sohbetler etmek gibi doğal ve kendiliğinden olmaz. Yazım dilinin sözel iletişimden daha zor olduğu ileri sürülebilir. Konuşma dilinde olmayan, olması da gerekmeyen pek çok kural öğrenmek gerekir. Bu kurallar, sizin gibi yazım dilini kullanan toplumun diğer bireyleri ile bir etkileşimi ve mevcut birikimi öğrenmeyi de gerektirir. Bu yetmiyormuş gibi iletişiminizde fark yaratmak için gerekli araç gereç de sınırlıdır. Saydığım ve saymadığım daha pek çok nedenden ötürü yazım dili toplumların kültürel ve medeni düzeyini etkileyen ve şekillendiren bir özellik gösterir. Kültürün sözle aktarıldığı dönemler konuşma diline paha biçilmez zenginlikler getirmiştir. Kültür tarihine baktığımızda, birikimlerin sözel olarak aktarılması yönteminin kendini yazıya bıraktığını görüyoruz. Dolayısı ile kültür ve medeniyet yazı ile ancak kendine bir çıkış yolu bulabilmiştir. Bu bakımdan, yazım dilinin gelişmişlik düzeyi toplumun durduğu noktayı gösterir niteliktedir diyebiliriz. Türkçe asırlardır işlenen ve kullanılan bir dil olmasına rağmen yazım dili olarak kullanılması konusunda aynı şeyi söylemek çok mümkün değil. Bunun çok çeşitli nedenleri içinde, toplumun “genel eğitim” olanaklarından uzun zaman yararlanamamış olması başlıca gelir. Bu topraklarda Türkçe konuşulmuş ama yazılmamıştır. Bir kültür üretici aygıt olarak yazım dilinin geniş kitlelerin eline geçmemiş olması, yazım dili olarak Türkçe'nin ihmal edilmesine yol açmıştır. Yazım dili olarak geçmiş devletlerin farklı seçenekleri tercih etmesi, bir başka neden olarak sayılabilir. Tüm bunlara, yakın sayılabilecek bir dönemde yeni bir alfabeyi kabul etmemiz de eklenince, yazım dili konusunda henüz emekleme aşamasında olduğumuz net bir şekilde ortaya çıkar.

Bugün Türkçe yazım dili sorunlarına bakıldığında ihmalin ne boyutta olduğunu söylemek için ne esaslı tarih bilgisine ne de bir dil bilim donanımına sahip olmak gerekmiyor. Sözcüklerin ayrı ya da birleşik yazılmasından tutun en çok kullanılan bazı eklerin nasıl yazılması gerektiğine dair varolan sorunlar ve sorunların giderek acı gerçeklere dönüşmesi, tabloyu yeterince açık bir şekilde göstermektedir. Bir toplumda yazan ne kadar çok olursa sorunlardan kurtulmak o kadar kolay olur. Çünkü anlatmak, anlaşılmak ve anlamak isteyen birey, bu üç amacına ulaşmak için diğerleri ile ortak bir zeminde buluşması gerektiğinin farkına varır.

Genelağ'ın sunduğu olanaklar artık herkesi yazma çizme konusunda oldukça özgür kılıyor. Fakat herkesin yazabilmesi yetmiyor, sıra nasıl yazmamız gerektiği konusunda biraz kafa patlatmaya ve bu konuda ortak bir zemin bulmaya yarayacak tartışma ortamları oluşturmaya gelmiştir.

Bu yazının amacı Türkçe imla sorunlarına örnekler ile girmekti ama girizgah biraz uzun oldu sanırım. Başka bir başlıkta doğrudan örnekler ile bazı eleştiriler getirmekte fayda var. Sağlık ve yazı ile kalın.



Pazar, Kasım 26, 2006

ABD Anayasası,Likya ve Demokrasi

Likya Birliği toplam 23 kentten (bu sayının üzerine de çıkılmıştır) oluşuyordu. Her kentin nüfus oranına göre, Likya Birliği Meclisinde temsil hakkı bulunmaktaydı. Başkan bir yıllığına ve her seferinde farklı bir kentten seçilirdi. Kadınların da başkan olduğuna dair önemli ip uçları elde edilmiştir. Likyalılar, anaerkil bir toplum düzenine sahipti. Tarihin bilinen ilk tarihçisi Halikarnassoslu (Bodrum) Heredot, Likya halkının adetleri konusunda ilginç bilgiler vermiştir. Bir Likyalıya kimlerdensin diye sorulduğunda, kendi adını söyledikten sonra anasının adı ve soyadını söylerdi. Bir kadın yurttaş bir kölenin evinde yaşıyorsa, çocukları da özgür sayılır; bununla birlikte bir erkek, toplumun ileri gelenlerinden bile olsa, yabancı veya köle bir kadın ile birlikte yaşıyor ise çocukları özgür olmaz ve yurttaşlık haklarından yararlanamazdı.

Likya ve Likyalı (Lykios) tabirleri Helence olup, büyük olasılıkla Hitit ve Mısır kaynaklarında geçen (M.Ö.2000'ler) Anadolu'nun eski halklarından olan Lukki ya da Lukka (kaynaklarda geçen diğer bir ad da "Luvi" dir) adlarından gelmektedir. Helen etkisinden sonra bile kendi özgün kültür yapısını korumuş olan bu uygarlık, bugün Fethiye-Antalya arası olarak kabaca tanımlayabileceğimiz bir coğrafyada hüküm sürmüştür. Helen kültürünün önemli pek çok öğesinin Anadolu kökenli olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu sonuç, Likyalılar gibi medeniyet seviyesindeki halkların kendi özgün kültürlerine sahip çıkması ile olabilmiştir.

Monteskiyö
(Montesquieu), bilindiği üzere zamanının ünlü düşünce insanlarından biridir. Kaleme aldığı "Yasaların Ruhu" adlı eserinde Likya Birliği'ni demokratik yapısı nedeni ile övmekte, hatta birliği antik dünyanın en mükemmel demokrasisi olarak nitelendirmektedir. Örneğin, Atina demokrasisi sadece Atinalı erkeklerin katılabildiği, başkanın asker kökenli olup ölene kadar görevde kaldığı; seçkinci bir demokratik sistem olması ile, Likya Birliği'nin yanında demokratik olma açısından sönük kalmaktadır. Bu bilgiler ışığında, çağdaş batı demokrasisinin yaratıcılarının Yunanlılar değil Likyalılar olduğunu söyleyen bilim insanları var. Monteskiyö'nün zamanın düşünce dünyasını etkilemesi , özgürlük rüzgarları esen Yeni Kıta'da da etkili olmuştur. Amerika'da federatif bir sistemi benimseyen siyasetin önde gelen isimleri, Monteskiyö ve Likya Birliği'ni kendi düşüncelerine dayanak yapmışlardır. Amerikanın kurucu atalarından sayılan ve ilk maliye bakanı olan Aleksandır Hemıltın (Alexander Hamilton) ile Ceyms Medısın'ın (James Madison) Amerikan Anayasası'nın onaylanmasını savundukları "Federalist Yazılar" adlı makalelerinde de Likya Birliği'ne iki kere atıfta bulunduğu saptanmış. Bilindiği gibi Amerika 1787 yılında anayasasını kabul ederek eyalet sistemine geçmiştir. 2007 yılında Amerikan anayasasının 220. yıldönümü kutlamalarının ülkemizde olma olasılığı gündemde.

Yaşadığımız topraklar, her zaman söylediğimiz gibi; üzerinde en çok medeniyet kurulmuş topraklar olup, dünya tarihine yön vermiş ve yön vermeye de devam etmektedir. 18.yy'ın Yeni Kıtası'nda, bazı okumuş adamlar üzerinde yaşadığımız ve bizzat bize ait olan kültürlerden ilham alırken, biz neredeydik acaba. Artık geç olmadan, kendimizi yabancılaştırdığımız Anadolu Kültürlerine sahip çıkma vakti gelmedi mi? Demokrasi dersi almaya alıştığımız bugünlerde belki tam vaktidir.


Pazartesi, Kasım 06, 2006

Ana Dil,Japon Beyni ve Böcekler


1987'nin ocak ayında, Profesör Tadanobu Tsunoda bir seminere katılmak üzere Küba'ya gider. Seminerin başlığı "Merkezi Sinir Sistemi Hastalık Fizyolojisi ve Telafisi" adını taşımaktadır. Küba'ya uygulanan ambargo halen devam ettiğinden batılı tek bilim insanı kendisidir. Seminerden önceki akşam bir karşılama töreni yapılır. Kübalı bir adam ateşli bir şekilde İspanyol dilinde konuşurken, Profesörümüz toplantının yapıldığı mekanda dikkat dağıtan böcek sesleri duymaktadır. Sesler o kadar yüksektir ki toplantının yapıldığı mekanı sarmış gibidir böcekler. Tsunoda meraklanır, duyduğu sesleri hangi tür böceğin çıkardığını birine sorar; fakat bu sesleri ondan başka duyan yoktur. Tsunoda'ya cırcır böceği veya benzeri bir böceğin çıkardığı sesler gibi gelir duydukları. Toplantı sabaha karşı ikiye doğru biter ve profesörümüz, Kübalı iki genç ile, kalacağı yere doğru yürümeye başlar. Yolda giderken aynı böcek seslerini bu sefer daha yüksek olarak duyar. Hemen seslerin geldiği çalılıkları gösterir ve bu seslerin ne olduğunu sorar yanındakilere; fakat iki Kübalı bir süre durup dikkatle ortalığı dinlemelerine rağmen sesleri duymadıklarını söyler. Profesöre biraz garip bakışlar ile, yorgun olduğunu ve dinlenmesi gerektiğini söyleyerek ayrılırlar. O geceden sonraki günlerde devamlı Kübalılar ile vakit geçirir ve ancak 3.gün bir adam sesleri duyduğunu söyler, ama pek önemsemiş gibi değildir. Toplantıya katılanlardan bazıları bir hafta boyunca o sesleri hiç duymadıklarını ifade eder.

Profesör, bu deneyiminden sonra Japonların ve yabancıların duyma yetilerinin farklı olduğundan şüphelenmeye başladı ve bu konuda araştırmalara girişti.
Bilindiği üzere beynimiz sağ ve sol iki ayrı loptan oluşmaktadır. Bu iki ayrı lop, farklı işlevleri yerine getirirler. Örneğin sol beyin (lop) daha çok dil ile ilgili sesleri işlemektedir. Aynı anda iki kulağınıza sözler söyleniyor olsa, sağ kulağınız ile duyduğunuz sözleri daha iyi anlarsınız. Telefonu dinlerken genellikle ahizeyi sağ kulağa götürürüz. Bunun nedeni sağ kulağın sinirler yolu ile sol beyne veri göndermesidir. Aynı şekilde sol kulak da sağ beyne bağlıdır ve verileri oraya gönderir. Örneğin aynı anda iki kulağınıza farklı melodiler çalınıyor olsa, sol kulak ile dinlediğiniz melodiyi daha iyi algılayıp tanırsınız çünkü sol kulak müzik ve seslerin işlendiği sağ beyne bağlıdır.


Beynimizin bu genel görev dağılımı çoğu insanda aynıdır, Japonlarda da aynıdır fakat farklı olan bir başka şey var. Yapılan deneylerin sonucunda, Japonların böcek seslerini sağ beyinleri ile değil sol beyinleri ile işledikleri ortaya çıktı. Biraz daha açıklarsak; Japonlar genelde ses,müzik gibi verilerin işlendiği sağ beyin ile değil, sol beyin ile algılamaktadırlar böcek seslerini. Dil ile ilgili seslerin işlendiği sol beyin, Japonlarda aynı zamanda böcek seslerinin de işlendiği bölgedir. Japonlar sadece böcek sesleri değil, aynı zamanda; hayvan, gülme, ağlama, iç geçirme, dalga, rüzgar, yağmur, akarsu ve Japon müzik aletlerinin çıkardığı sesleri, insanların genelinin aksine, bu tür sesleri işleyen sağ beyin ile değil dille ilgili seslerin işlendiği sol beyin ile algılamaktadırlar. Böylece, Profesör Tsunoda'nın toplantıda ateşli bir şekilde İspanyolca konuşmakta olan adamın sözlerini dinlerken neden böcek sesleri ile dikkati dağıldı, anlaşılmış oldu. Bir japon olarak Tsunoda'nın sol beyni, diğer dinleyenlerden farklı olarak, İspanyolca konuşmayla beraber böcek seslerini de işlemeye çalışmaktaydı. Bu yüzden diğerleri böcek seslerini arka plan sesi olarak neredeyse bilinçsiz bir şekilde algılayıp İspanyolca yapılan konuşmaya dalmışken, Profesör Tsunoda Japon olmanın daha önce bilinmedik bir özelliğini deneyimliyordu.


Bu şaşırtıcı keşfin ardından bir o kadar ilginç başka bir bilgi ortaya çıktı; Japonların, bir takım sesleri beyinlerinin -genele oranla- farklı bir bölgesinde işlemesi ırksal bir nedenden kaynaklanmıyordu. Yapılan deneylerde Japon ırkından olup ana dili Japonca olmayan insanlarda bu özelliğe rastlanmadı. Tam tersine Japon ırkından olmamasına rağmen ana dili Japonca olan bireylerde bahsedilen seslerin farklı işlenmesi durumu gerçekleşmekteydi. Kısacası olayın kaynağı, doğumdan sonra öğrenilen kültürün belirleyicisi olan ana dildir. Aynı özellik ne Koreli ne de Çinli bireylerde rastlanıyor ama ana dili Japonca olmuş olan Çinli ve Korelilerde, Japon dilinin getirdiği bu farklılık bulunmakta. Japonların dışında bu özelliğe sahip olduğu saptanmış bir diğer halk da Polinezyalılar.


Japon kültürüne baktığımızda böceklerin ve genel anlamda doğal hayatın önemli yerinin olduğunu anlamak zor değildir. Bugün halen ateşböceği resim ve seslerinin paylaşıldığı bir çok Japon menşeyli site bulmak olanaklı genelağda. Bunun yanında şiir ve şarkılardan tutun pek çok farklı şekilde, doğanın seslerinin Japon kültüründe ifade bulduğunu söylemek mümkün. Japon dili içinde doğal seslerin tasviri anlamında yansıma (onomatopoeia) olgusunun oldukça yüksek seviyede olduğunu da belirtmekte fayda var. Özellikle Japon kültüründe tanrının veya başka bir deyişle evrensel kudretin doğadaki her canlıda bir parçasının olduğuna dair kuvvetli bir felsefi alt yapı olmasına insan şaşırmıyor. Bir insanın konuşmasına verilen dikkat ve önem doğadan gelen seslere de veriliyor ise, o dilin konuşulduğu toplumun doğaya farklı bir yakınlığı ve barışık olma durumu vardır diyebiliriz.

Bu konu daha fazla irdelenmeyi hak ediyor. Nasıl oluyor da sonradan edinilen bir kültür öğesi olan dil, insanın algılayışını bu kadar somut bir şekilde değiştirebiliyor? Bu gibi soruları başka bir zamana bırakalım. Bir kavrama farklı dillerde farklı tepkilerin verileceği çok şaşırtıcı bir durum değildir. Kültürün, insan bakış açısını ve dolayısıyla algısını etkilediği de bilinen bir gerçektir fakat bir benzetme yaparsak; yazılımın donanımı bu kadar doğrudan etkilediği örnek azdır. Örneğin Aymara ve Piraha kabile dillerinde, zaman ve sayı kavramlarına değişik açılardan bakılabileceğine şahit oluyoruz ama bunlar zihnin kültürel öğeleri farklı algılaması ile ilgilidir. Zaman ve sayı kavramları büyük ölçüde kültüre dayalı yapay kavramlardır. Dolayısı ile bunların göreli algılanması mazur görülebilir fakat bir dış uyaran olan sesi beynin farklı şekilde işlemesine neden olmak ciddi bir etkidir. Farkında olmadığımız kadar kültürel birikimimizin etkisi altında olduğumuzun önemli bir göstergesidir.

Başka dillerde bu tür farklı algıya yol açan özellikler var mıdır sorusu merak uyandırıyor. Cevabı bilmiyorum ama ana dilin ne kadar önemli ve önem verilmesi gereken bir kültür öğesi olduğu anlaşılmaktadır. Somut dış uyaranların farklı algılanmasına kadar giden bir etkiye sahip kültür öğesi iyi kavranması ve kullanılması gereken bir şeydir. Ana dilin sadece bir ifade aracı değil aynı zamanda insanı şekillendiren ve onu özgün kılan bir öğe olduğu ortadadır. İnsanın hangi ana dili konuştuğunun önemi sadece kültürel geçmişi ile bağlantı kurmasında değil aynı zamanda bir duyumsama ortaklığını paylaşmak için de geçerlidir.

Konuyla ilgili bir metinden alıntı yaparak yazıyı sonlandırırken, durumun ana dilimiz ile ilişkisini kurmayı, yine size bırakıyorum.

"Japonlar Japondur çünkü Japonca konuşurlar."


İlgili adresler:
http://www2s.biglobe.ne.jp/~nippon/file/jog240e.html
http://itre.cis.upenn.edu/~myl/languagelog/archives/002041.html