Hırant Dink, Türkçe ve Toplum
Dil kullanımının önemine dikkat çekip, dilsel her türlü yeteneğin geliştirilmeye zorunlu alanlar olduğunu söyleyip duruyoruz. Kabul etmek gerekir ki, ana dilimize ilişkin korumacı anlayış son yıllarda yükselmektedir. Özellikle genelağın kullanımının artması, kitap okumada çok da ileri olmayan toplumumuzu, yazı ve okuma eylemi ile yeniden tanıştırdı. Buna rağmen durum güllük gülistanlık değil. Halen, kitap okumadığını göğsünü gere gere söyleyen, derdini anlatabilmek için şekilden şekile giren özellikle üniversite seviyesinde pek çok insan var. Doğal olarak, başta yaptığım iyimser önerme bazıları tarafından kabul edilmeyebilir. Genelağın yaygınlaşması ile yozlaşmanın da arttığı ileri sürülebilir. Fakat Cumhuriyet tarihinde yazım dili ile ilgilenmiş insanların sayısının hep küçük bir zümreyi teşkil etmesi hesaba katılırsa, bugün "dil meselesi" olduğunu dile getiren, yazan ve düşünenlerin sayısının; geleceğe olumlu bakmamıza yetecek sayıda ve çoğalmada olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Son zamanlarda toplumsal etkileri büyük olan olaylar yaşadık. Bunlardan biri Hırant Dink'in öldürülmesiydi. Olay ve sonrasındaki gelişmeler pek çok konuda kayda değer ipuçları veriyor. Bunlardan birini paylaşmak istiyorum. Dilin keskin bir araç olduğu ve onu kullanırken yapılan dolaylı/dolaysız hataların ölümlere yol açabileceği çok yeni bir olay değil. Gazeteleri açarsanız her gün birbirini yanlış anlamaktan kaynaklanan pek çok adli olayın gerçekleştiğini görürsünüz. Bireysel olaylara alışığız ama yanlış anlamanın toplumsal boyutta geliştiği örnekler de az değil. Hırant Dink suikasti sonrası yaşananlar, bahsetmeye çalıştığım "toplumsal yanlış anlama" olgusuna uyan özellikler gösteriyor.
Olay sonrası yüzbin ve üzeri olduğu söylenen hatırı sayılır bir kitle yürüyüş yapmış ve çeşitli sloganlar atılmıştı. Ben de yürüyüşteydim. Evet kalabalığın arasında örgütlü insanlar da vardı. Evet "katil devlet" gibi ipe sapa gelmez sloganlar da atıldı. Devlet gibi "soyut" bir kavram nasıl katil olabiliyorsa, birilerinin zihninde olabiliyor demek ki. Bu tür yaklaşımlar aslında devletle başka hesabı olanların ağız alışkanlığından kaynaklanıyor tabi. Özellikle bu tür toplumsal etkileri büyük olan olaylarda, suçluyu "devlet" olarak nitelemek de bir tür paye verme yerine geçmiyor değil. Böylece katilin "katilliğini" de arka plana bir güzel itmiş oluyoruz. Neyse konumuz zaten yurdumun örgütsel jargonu değil. O yürüyüşte bir başka slogan daha atıldı ki, o da "Hepimiz Ermeniyiz" idi. Diğer söylemlere eşlik etmesem de, ben ve yürüyüşe katılan birçok insan bu sloganı beraber söylemekte bir sakınca görmedi. Halen süren tartışmalara bakınca, anlıyoruz ki biz büyük bir hata yapmışız, olacak iş değilmiş bu. Meğer öyle söylemekle Türklüğümüzden vazgeçip Ermeni olmaya karar vermişiz. Aslında "Hepimiz Hırant Dink'iz" diyebilirmişiz, ama "Hepimiz Ermeniyiz" olmazmış. Şimdi, kalabalık bir tepki yürüyüşünde atılan sloganı belli siyasi görüş ve ideolojik farklılıklardan ötürü hazmedemeyenleri bir kenara ayıralım. Medyanın çeşitli araçlarında kalabalığa oynayarak paye elde etmeye çalışan "sanatçı" ve "yorumcu" takımını da bir kenara ayıralım. Bunlar kerameti kendinden menkul olup, bu yazının ilgi alanına girmemekte. Saydığım bu guruplar dışında bir kesim daha var ki, maalesef, "Hepimiz Ermeniyiz" sözünün ne anlama geldiğini dili kullanma becerisi ile kavrayamıyor. Diğerlerine oranla daha samimi olan bu gurup, toplumsal düzeyde bir yanlış anlamanın baş aktörleri konumunda. Bir toplumda yaşayan bireyin, dilsel yeteneklerini geliştirmesinin önemi ve bu gerçekleşmediği zaman ne gibi sonuçların doğabileceğine dair, ufak ama yerinde bir örnek son yaşadıklarımız. Özellikle dil düzeyinde gerçekleşen birbirini anlamama, giderek toplumsal kutuplaşmaya ve ayrılığa kadar varabilecek olgulara dönüşebiliyor.
Peki nedir bu kadar anlaşılmaz olan? Alt tarafı iki kelimeden oluşan bir cümlecik var ortada. Felsefi veya edebi ağırlığı olan bir metinden bahsetmiyoruz. Bir zarftan ve bir isimden bozma iki kelimenin vermek istediği mesajı anlamayı güçleştiren nedir? Kanımca her türlü bilinçli saptırımı dışarıda bırakırsak, neden; insanımızın okuma, yazma ve konuşma alışkanlığının düşük seviyede olmasından kaynaklanıyor.
Peki bu alışkanlıklardan sınıfta kalan kitle kim? Aslında bir anlamda okuduğunuz yazının yazılma sebebini oluşturan soru bu. Çünkü bu sorunun cevabı, ülkemiz gerçeğinin önemli bir parçasını oluşturuyor. Bu soruya ülkenin eğitim koşullarından yeterli seviyede yararlanamamış nüfusun önemli bir bölümüdür diyerek cevap verilebilir. Bana kalırsa değil. Cumhuriyet tarihimizi, kırsaldan şehre aşırı göçün bir hikayesi olarak okumak yanlış olmasa gerek. Bu planlı yapılmadı ama oldu. Eğitim devrimi ile yola çıkan bir Cumhuriyet idealinin, duvara toslamasına yol açan da bu aslında. Ortaya henüz kırsal ve şehir kültürünün sentezi çıkmış değil. Ortaya çıkanı daha çok "kültürsüzlük" olarak tanımlamak daha akla yakın. Bu noktada ifade etmek istediğim, kırsalın şehre gelmesi ile şehirlerin kültürsüzleştiği değildir. Altının çizilmesi gereken konu, şehre göç ile gelenlerin ne kırsal ne de şehir kültürünün tanımı içine girmeyen ve dolayısıyla üretici bir sosyal yapıdan yoksun kalmış durumlarıdır.
Sevgili FM üyelerinden FZ'nin (Emre sevinç) günlüğünde yazdığı bir yazıya gönderme yapmanın tam sırası. Şehir efsanalerinden bahsettiği yazısında, bu efsaneler arasında "sokaktaki adamın" 500 kelime ile konuşmasını da sayıyor. Bu bildik önermeyle ilgili kapsamlı bir araştırma, istatistiksel bilgi var mıdır, bilmiyorum. Ama bu bilgi, her insana kayıt cihazı takarak, günlük kullandığı sözcüklerin ortalamasını almadan da elde edilebilir. Zaten kanımca bu söz de, bu tür bir yol izlenerek sarf edilmiş ve hiç de yabana atılmaması, hele efsane olarak hiç tanımlanmaması gereken bir önermedir. Çoğunlukla da yanlış anlaşılmış bir önermedir. Burada sözü edilen 500 kelime sözcük sayısı değil, kavram sayısıdır. Yani günlük kullanımda, ortalama bir insanın kavramsal boyutta ne kadar bir üretim/tüketim faaliyeti içinde olduğunu ifade eder. Yoksa ağızdan çıkan veya kağıda yazılan her kelimenin sayılması değildir anlatılmak istenen.
Bir diğer önemli konu da, kimlerin, hangi koşullar içinde; kısır bir kavramsal ifade tarzına mahkum olduğu/edildiğidir. Betimlemeye çalıştığımız, ne kırsal ne de şehir kültürüne ait olarak tanımlanabilecek arada kalmış nesiller, varoşlar ile karıştırılmasın. Çünkü tanım çok daha geniştir. Yüksek öğrenim görmüş belli bir ekonomik düzeyde olan bireyler de girmektedir bu guruba. Hatta ve hatta, bürokrasinin ve seçilmişlerin her seviyesinde de bu guruba girenleri görmek mümkündür. Çünkü arada kalmışlığın izlerini yok etmek, bir nesilde hemen olabilecek bir konu değil. Bu bakımdan, Cumhuriyet'in eğitimde -ki en önemli dinamiklerden biriydi kuruluşta- uğradığı tahribat büyük sonuçlar doğurmuştur.
Kırsal kesimin şehre gelmesi nedeni ile kırsal kültürün baskın hale geldiğini söylemek basit bir açıklama olur. Bahsettiğimiz şey şehir kültürü olmadığına göre, başka bir şeydir ama kırsalın kültürü hiç değildir. Kırsal kültürün yapısına bakınca, özellikle dil konusunda, bilinmeyen ve yadsınan çok şey var. O nedenle, kırsal kültür ile, şehirde yaşamakta olan büyük kitlelerin "kültürünü" (içine düştüğü "sosyo-kültürel gerçekliği" demek belki daha yerinde) ayrı tutuyorum. Köylü sınıfın önemli bir "dil alt yapısı" mevcuttur. Oysa kırsaldan şehre gelen kitleler, maalesef bu özelliklerini kısa sürede yitirmektedir. Bu bakımdan 500 kelime konuştuğu ifade edilen kitle şehirdedir, kırsalda değil. Tam tersine kırsalda yaşayan dil, zengin ve Türkçe'yi besleyen kaynaklardan biridir. Köy insanı, yalnız doğayla iç içe olmasından kaynaklanan farklı çevresel koşulların nedeni ile değil, aynı zamanda dilin sosyal yaşantıdaki zengin kullanımı sayesinde de, dilsel gelişmenin önemli dinamiklerindendir. Kırsal kültür ile temas kurmuş herkes bilir ki, günlük kullanımda zengin bir söz dağarcığı vardır. Şehirde ise, kapı komşusu ile konuşmaktan geri duran; apolitik, okumayan ve yazmayan bir kitledir söz konusu olan. Böylelikle "sokaktaki adam" derken "şehrin" sokaklarının kastedildiğinin altını bir kez daha çizelim.
Peki neden 500 kelime? Bunun yanıtı aslında basit. Bunu hesaplamak da keza öyle. Günlük çıkan gazetelerin kullandığı hem nicel hem nitel düzeydeki kavramsal derinlik, radyo ve televizyonlarda kullanılan dil, şehir insanının kağıt tüketimi, kitap satışları, satılan kitapların niteliği, popüler şarkıların dilsel yoğunluğu gibi pek çok ölçüt kültürel derinliği ölçmek için çıpa vazifesi görebilir. Böylece her sıradan kişi, toplumun içinde yüzmeye zorlandığı suyun derinliğini, kendi başına bile ölçebilir kanısındayım.
Buradan tekrar Hırant Dink olayına dönelim. Bir insan, bir fikir adamı, bir ermeni, bir T.C. Vatandaşı öldürüldü. İster fikirlerine katılın ister katılmayın, bir insanın canının alınmasından bahsediyoruz. Uygar dünya, en azından uygarlaşmaya çalışan dünya, devlet eliyle bile ölümün olmaması gerektiğine dair bir düşünce yapısına gelmişken; biz de son yıllarda hukuksal yapımızı buna göre düzenlemişken, herhangi nedenle bir insanı öldürmek hiçbir şekilde kabul edilemez bir eylem olarak tanımlanmalıdır. Temel haksızlık bir insanın elinden yaşam hakkının alınmasıdır. Ve eğer bu insanın yaşam hakkı, belirli konulardaki fikirleri, davranışları ve daha önemlisi "kimliği" gerekçesiyle gasp edilmişse; kimse kusura bakmasın, bu hakkı gasp edenlere karşı kitleler "Hepimiz Ermeniyiz" de der, başka şeyler de. Kim Dink'in öldürülmesinin nedenleri arasında onun "Ermeni" olmasının etkisi yoktur diyebilir. Bunu da söyleyenler çıkmadı değil, çıktı. Bunları "Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyenler" olarak kabul etmek gerek. "Türkçe kıtlığından" yararlanmaya çalışan asalaklar olarak görmek de mümkün bu insanları. Zaten temel eğitim sayesinde öcü sözcüklerden biri haline getirilen "Ermeni" lafı üzerinden söz oyunu yapıp, "Bir Türk hiç bir zaman ve hiç bir nedenle Ermeniyim diyemez" ilkesini, kabaran milli değerler eşliğinde hedef kitle olan "Türkçe yoksunu" kalabalığın zihnine kazıma işini görmektedirler. İşin doğası budur, çünkü kitleleri yönlendirme peşinde olanların başlıca aracı, dili anlayıp kullanabilen insan sayısını azaltıp; çoğunluğu küçük kelime oyunları ile oynatmaktır. Sadece bir bireye değil aynı zamanda bu bireyin dahil olduğu belli bir guruba da yapılmış olan böyle bir saldırıyı kınamak için, bu gurupla birlikte yaşamakta olan daha büyük bir kitlenin, söyleyebileceği daha güzel bir söz var mı; "Hepimiz Ermeniyiz" den başka. Aynı toplumda daha büyük çoğunluğu oluşturan kitlenin, daha küçük bir gurubu sahiplenmesi, kendinden bilmesi ve bunu dile getirmesi ancak vatan hainlerini (kendilerinin anlayacağı dilden konuşmak gerekirse) rahatsız eder herhalde.
Dink'in hedef haline getirilmesinde, onun yazım dilinin kullanılmış olması da anlamlıdır. Yazısının ona karşı kullanılmasında belki "Hepimiz Ermeniyiz" den daha tok bir anlayış kıtlığı bulunmakta. "katil dil" diyesi gelse de insanın, dil denilen şeyin insanın bir ifrazatı olduğunu unutmamak gerekiyor. Kırım Karay Türklerinin bir atasözü var:
Tilsiznın tilin anası anlay (Dilsizin dilinden anası anlar)
Dilimizden yalnız anamız anlamasın, duyan herkes anlasın. Sadece anasının anladığı bir toplum olmayalım. Bunun için de okuyalım, yazalım, dili kullanalım.
Son zamanlarda toplumsal etkileri büyük olan olaylar yaşadık. Bunlardan biri Hırant Dink'in öldürülmesiydi. Olay ve sonrasındaki gelişmeler pek çok konuda kayda değer ipuçları veriyor. Bunlardan birini paylaşmak istiyorum. Dilin keskin bir araç olduğu ve onu kullanırken yapılan dolaylı/dolaysız hataların ölümlere yol açabileceği çok yeni bir olay değil. Gazeteleri açarsanız her gün birbirini yanlış anlamaktan kaynaklanan pek çok adli olayın gerçekleştiğini görürsünüz. Bireysel olaylara alışığız ama yanlış anlamanın toplumsal boyutta geliştiği örnekler de az değil. Hırant Dink suikasti sonrası yaşananlar, bahsetmeye çalıştığım "toplumsal yanlış anlama" olgusuna uyan özellikler gösteriyor.
Olay sonrası yüzbin ve üzeri olduğu söylenen hatırı sayılır bir kitle yürüyüş yapmış ve çeşitli sloganlar atılmıştı. Ben de yürüyüşteydim. Evet kalabalığın arasında örgütlü insanlar da vardı. Evet "katil devlet" gibi ipe sapa gelmez sloganlar da atıldı. Devlet gibi "soyut" bir kavram nasıl katil olabiliyorsa, birilerinin zihninde olabiliyor demek ki. Bu tür yaklaşımlar aslında devletle başka hesabı olanların ağız alışkanlığından kaynaklanıyor tabi. Özellikle bu tür toplumsal etkileri büyük olan olaylarda, suçluyu "devlet" olarak nitelemek de bir tür paye verme yerine geçmiyor değil. Böylece katilin "katilliğini" de arka plana bir güzel itmiş oluyoruz. Neyse konumuz zaten yurdumun örgütsel jargonu değil. O yürüyüşte bir başka slogan daha atıldı ki, o da "Hepimiz Ermeniyiz" idi. Diğer söylemlere eşlik etmesem de, ben ve yürüyüşe katılan birçok insan bu sloganı beraber söylemekte bir sakınca görmedi. Halen süren tartışmalara bakınca, anlıyoruz ki biz büyük bir hata yapmışız, olacak iş değilmiş bu. Meğer öyle söylemekle Türklüğümüzden vazgeçip Ermeni olmaya karar vermişiz. Aslında "Hepimiz Hırant Dink'iz" diyebilirmişiz, ama "Hepimiz Ermeniyiz" olmazmış. Şimdi, kalabalık bir tepki yürüyüşünde atılan sloganı belli siyasi görüş ve ideolojik farklılıklardan ötürü hazmedemeyenleri bir kenara ayıralım. Medyanın çeşitli araçlarında kalabalığa oynayarak paye elde etmeye çalışan "sanatçı" ve "yorumcu" takımını da bir kenara ayıralım. Bunlar kerameti kendinden menkul olup, bu yazının ilgi alanına girmemekte. Saydığım bu guruplar dışında bir kesim daha var ki, maalesef, "Hepimiz Ermeniyiz" sözünün ne anlama geldiğini dili kullanma becerisi ile kavrayamıyor. Diğerlerine oranla daha samimi olan bu gurup, toplumsal düzeyde bir yanlış anlamanın baş aktörleri konumunda. Bir toplumda yaşayan bireyin, dilsel yeteneklerini geliştirmesinin önemi ve bu gerçekleşmediği zaman ne gibi sonuçların doğabileceğine dair, ufak ama yerinde bir örnek son yaşadıklarımız. Özellikle dil düzeyinde gerçekleşen birbirini anlamama, giderek toplumsal kutuplaşmaya ve ayrılığa kadar varabilecek olgulara dönüşebiliyor.
Peki nedir bu kadar anlaşılmaz olan? Alt tarafı iki kelimeden oluşan bir cümlecik var ortada. Felsefi veya edebi ağırlığı olan bir metinden bahsetmiyoruz. Bir zarftan ve bir isimden bozma iki kelimenin vermek istediği mesajı anlamayı güçleştiren nedir? Kanımca her türlü bilinçli saptırımı dışarıda bırakırsak, neden; insanımızın okuma, yazma ve konuşma alışkanlığının düşük seviyede olmasından kaynaklanıyor.
Peki bu alışkanlıklardan sınıfta kalan kitle kim? Aslında bir anlamda okuduğunuz yazının yazılma sebebini oluşturan soru bu. Çünkü bu sorunun cevabı, ülkemiz gerçeğinin önemli bir parçasını oluşturuyor. Bu soruya ülkenin eğitim koşullarından yeterli seviyede yararlanamamış nüfusun önemli bir bölümüdür diyerek cevap verilebilir. Bana kalırsa değil. Cumhuriyet tarihimizi, kırsaldan şehre aşırı göçün bir hikayesi olarak okumak yanlış olmasa gerek. Bu planlı yapılmadı ama oldu. Eğitim devrimi ile yola çıkan bir Cumhuriyet idealinin, duvara toslamasına yol açan da bu aslında. Ortaya henüz kırsal ve şehir kültürünün sentezi çıkmış değil. Ortaya çıkanı daha çok "kültürsüzlük" olarak tanımlamak daha akla yakın. Bu noktada ifade etmek istediğim, kırsalın şehre gelmesi ile şehirlerin kültürsüzleştiği değildir. Altının çizilmesi gereken konu, şehre göç ile gelenlerin ne kırsal ne de şehir kültürünün tanımı içine girmeyen ve dolayısıyla üretici bir sosyal yapıdan yoksun kalmış durumlarıdır.
Sevgili FM üyelerinden FZ'nin (Emre sevinç) günlüğünde yazdığı bir yazıya gönderme yapmanın tam sırası. Şehir efsanalerinden bahsettiği yazısında, bu efsaneler arasında "sokaktaki adamın" 500 kelime ile konuşmasını da sayıyor. Bu bildik önermeyle ilgili kapsamlı bir araştırma, istatistiksel bilgi var mıdır, bilmiyorum. Ama bu bilgi, her insana kayıt cihazı takarak, günlük kullandığı sözcüklerin ortalamasını almadan da elde edilebilir. Zaten kanımca bu söz de, bu tür bir yol izlenerek sarf edilmiş ve hiç de yabana atılmaması, hele efsane olarak hiç tanımlanmaması gereken bir önermedir. Çoğunlukla da yanlış anlaşılmış bir önermedir. Burada sözü edilen 500 kelime sözcük sayısı değil, kavram sayısıdır. Yani günlük kullanımda, ortalama bir insanın kavramsal boyutta ne kadar bir üretim/tüketim faaliyeti içinde olduğunu ifade eder. Yoksa ağızdan çıkan veya kağıda yazılan her kelimenin sayılması değildir anlatılmak istenen.
Bir diğer önemli konu da, kimlerin, hangi koşullar içinde; kısır bir kavramsal ifade tarzına mahkum olduğu/edildiğidir. Betimlemeye çalıştığımız, ne kırsal ne de şehir kültürüne ait olarak tanımlanabilecek arada kalmış nesiller, varoşlar ile karıştırılmasın. Çünkü tanım çok daha geniştir. Yüksek öğrenim görmüş belli bir ekonomik düzeyde olan bireyler de girmektedir bu guruba. Hatta ve hatta, bürokrasinin ve seçilmişlerin her seviyesinde de bu guruba girenleri görmek mümkündür. Çünkü arada kalmışlığın izlerini yok etmek, bir nesilde hemen olabilecek bir konu değil. Bu bakımdan, Cumhuriyet'in eğitimde -ki en önemli dinamiklerden biriydi kuruluşta- uğradığı tahribat büyük sonuçlar doğurmuştur.
Kırsal kesimin şehre gelmesi nedeni ile kırsal kültürün baskın hale geldiğini söylemek basit bir açıklama olur. Bahsettiğimiz şey şehir kültürü olmadığına göre, başka bir şeydir ama kırsalın kültürü hiç değildir. Kırsal kültürün yapısına bakınca, özellikle dil konusunda, bilinmeyen ve yadsınan çok şey var. O nedenle, kırsal kültür ile, şehirde yaşamakta olan büyük kitlelerin "kültürünü" (içine düştüğü "sosyo-kültürel gerçekliği" demek belki daha yerinde) ayrı tutuyorum. Köylü sınıfın önemli bir "dil alt yapısı" mevcuttur. Oysa kırsaldan şehre gelen kitleler, maalesef bu özelliklerini kısa sürede yitirmektedir. Bu bakımdan 500 kelime konuştuğu ifade edilen kitle şehirdedir, kırsalda değil. Tam tersine kırsalda yaşayan dil, zengin ve Türkçe'yi besleyen kaynaklardan biridir. Köy insanı, yalnız doğayla iç içe olmasından kaynaklanan farklı çevresel koşulların nedeni ile değil, aynı zamanda dilin sosyal yaşantıdaki zengin kullanımı sayesinde de, dilsel gelişmenin önemli dinamiklerindendir. Kırsal kültür ile temas kurmuş herkes bilir ki, günlük kullanımda zengin bir söz dağarcığı vardır. Şehirde ise, kapı komşusu ile konuşmaktan geri duran; apolitik, okumayan ve yazmayan bir kitledir söz konusu olan. Böylelikle "sokaktaki adam" derken "şehrin" sokaklarının kastedildiğinin altını bir kez daha çizelim.
Peki neden 500 kelime? Bunun yanıtı aslında basit. Bunu hesaplamak da keza öyle. Günlük çıkan gazetelerin kullandığı hem nicel hem nitel düzeydeki kavramsal derinlik, radyo ve televizyonlarda kullanılan dil, şehir insanının kağıt tüketimi, kitap satışları, satılan kitapların niteliği, popüler şarkıların dilsel yoğunluğu gibi pek çok ölçüt kültürel derinliği ölçmek için çıpa vazifesi görebilir. Böylece her sıradan kişi, toplumun içinde yüzmeye zorlandığı suyun derinliğini, kendi başına bile ölçebilir kanısındayım.
Buradan tekrar Hırant Dink olayına dönelim. Bir insan, bir fikir adamı, bir ermeni, bir T.C. Vatandaşı öldürüldü. İster fikirlerine katılın ister katılmayın, bir insanın canının alınmasından bahsediyoruz. Uygar dünya, en azından uygarlaşmaya çalışan dünya, devlet eliyle bile ölümün olmaması gerektiğine dair bir düşünce yapısına gelmişken; biz de son yıllarda hukuksal yapımızı buna göre düzenlemişken, herhangi nedenle bir insanı öldürmek hiçbir şekilde kabul edilemez bir eylem olarak tanımlanmalıdır. Temel haksızlık bir insanın elinden yaşam hakkının alınmasıdır. Ve eğer bu insanın yaşam hakkı, belirli konulardaki fikirleri, davranışları ve daha önemlisi "kimliği" gerekçesiyle gasp edilmişse; kimse kusura bakmasın, bu hakkı gasp edenlere karşı kitleler "Hepimiz Ermeniyiz" de der, başka şeyler de. Kim Dink'in öldürülmesinin nedenleri arasında onun "Ermeni" olmasının etkisi yoktur diyebilir. Bunu da söyleyenler çıkmadı değil, çıktı. Bunları "Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyenler" olarak kabul etmek gerek. "Türkçe kıtlığından" yararlanmaya çalışan asalaklar olarak görmek de mümkün bu insanları. Zaten temel eğitim sayesinde öcü sözcüklerden biri haline getirilen "Ermeni" lafı üzerinden söz oyunu yapıp, "Bir Türk hiç bir zaman ve hiç bir nedenle Ermeniyim diyemez" ilkesini, kabaran milli değerler eşliğinde hedef kitle olan "Türkçe yoksunu" kalabalığın zihnine kazıma işini görmektedirler. İşin doğası budur, çünkü kitleleri yönlendirme peşinde olanların başlıca aracı, dili anlayıp kullanabilen insan sayısını azaltıp; çoğunluğu küçük kelime oyunları ile oynatmaktır. Sadece bir bireye değil aynı zamanda bu bireyin dahil olduğu belli bir guruba da yapılmış olan böyle bir saldırıyı kınamak için, bu gurupla birlikte yaşamakta olan daha büyük bir kitlenin, söyleyebileceği daha güzel bir söz var mı; "Hepimiz Ermeniyiz" den başka. Aynı toplumda daha büyük çoğunluğu oluşturan kitlenin, daha küçük bir gurubu sahiplenmesi, kendinden bilmesi ve bunu dile getirmesi ancak vatan hainlerini (kendilerinin anlayacağı dilden konuşmak gerekirse) rahatsız eder herhalde.
Dink'in hedef haline getirilmesinde, onun yazım dilinin kullanılmış olması da anlamlıdır. Yazısının ona karşı kullanılmasında belki "Hepimiz Ermeniyiz" den daha tok bir anlayış kıtlığı bulunmakta. "katil dil" diyesi gelse de insanın, dil denilen şeyin insanın bir ifrazatı olduğunu unutmamak gerekiyor. Kırım Karay Türklerinin bir atasözü var:
Tilsiznın tilin anası anlay (Dilsizin dilinden anası anlar)
Dilimizden yalnız anamız anlamasın, duyan herkes anlasın. Sadece anasının anladığı bir toplum olmayalım. Bunun için de okuyalım, yazalım, dili kullanalım.